8 Mart Dünya Kadınlar Günü, yalnızca bir kutlama değil, aynı zamanda kadınların tarih boyunca verdiği mücadeleyi bugünümüzde de yaşatabilmemiz için bir fırsattır. Edebiyat ve sinema, bu yolda en güçlü anlatıcılar olmuş, kadınların hikâyelerini ve seslerini duyurmanın önemli araçlarından biri hâline gelmiştir. Feminist yazarlar ve yönetmenler, kadın karakterleri geri planda kalan bir figüran olmakt
Sinemada Kadın Bakışı
Eskiden erkek yönetmenlerin yönettiği, erkek senaristlerin yazdığı ve erkek kahramanların domine ettiği sinema, kadın bakış açısıyla yeniden şekillenmiştir. Bir dönem, kadınlar yalnızca yardımcı karakterler veya romantik unsurlar olarak görülse de feminist sinemanın yükselişiyle birlikte kadın hikâyeleri ön plana çıkmaya başlamıştır.
Kadın yönetmenler ve senaristler, kadınları sadece bir aşk hikâyesinin nesnesi olmaktan çıkarıp, onların iç dünyalarını, kırılganlıklarını, mücadelelerini ve özgürlüklerini ele almıştır.
Greta Gerwig, Küçük Kadınlar ve Lady Bird ile kadınların duygusal dünyalarını samimi ve gerçekçi bir şekilde anlatırken, Céline Sciamma, Alev Almış Bir Genç Kızın Portresi ile kadın bakış açısını merkeze alarak kadınlar arasındaki duygusal ve sanatsal bağları anlatmıştır.. Agnès Varda, kadınların hikâyelerini güçlü ve özgün bir dille anlatarak ilham vermeye devam etmiş, Cléo 5’ten 7’ye filmi ile kadınların deneyimlerini, yaşadıkları toplumsal baskıları ve özgürlük arayışlarını sinemanın merkezine taşımıştır. Chloé Zhao, Nomadland filmiyle kadın karakterlerin yalnızca güçlü olmak zorunda olmadığını, aynı zamanda kırılganlıklarının da bir güç kaynağı olabileceğini göstermiştir. Onun sineması, kadınları sadece bir mücadele figürü olarak değil, insan olarak anlamamıza olanak tanır.
Benim en sevdiğim filmlerden biri olan Thelma&Luise filminde ise kadın dostluğunun temsil edilişine şahit oluruz. Bilinmeyene doğru çıktıkları yolda yaşadıkları olaylarla birlikte güçlenen dostlukları; bir noktadan sonra birbirlerinden ayrılmaktansa ölümü seçecek kadar sıkı bir bağ yaratmıştır.
Güçlü Hikâyeler
Kadın yazarlar, uzun yıllar boyunca edebiyat dünyasında erkek egemen bir yapıya karşı mücadele etmiştir. Bu mücadele, toplumsal normlara, cinsiyet rollerine ve eşitsizliklere karşı bir başkaldırı niteliğinde olmuştur.
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde kadınların özgürlüğü için ekonomik bağımsızlığın ve kişisel alanın önemini vurgulamıştır. Simone de Beauvoir, İkinci Cins adlı kitabında toplumsal cinsiyet rollerinin öğretilmiş olduğunu göstererek kadın kimliğinin inşasına dair derin bir tartışma başlatmıştır.
Bunun yanı sıra, Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü adlı romanıyla kadın bedenine yönelik baskıları ve ataerkil düzenin yarattığı tehditleri ele alarak feminist edebiyatın en çarpıcı eserlerinden birini ortaya koymuştur.
Kadınların sanat yoluyla dünyayı nasıl dönüştürdüğünü görmek ve onların hikâyelerini anlatan eserleri desteklemek bizim de hayatımızla paralel olarak yaşadığımız eşitlik mücadelesinin bir parçasıdır.
Kadınların geçmişten bugüne var olmak için gerçekleştirdikleri çabayı iyi kavrayıp bu mirasa sahip çıkmak bizlerin görevidir. Kendi hikâyelerimizin yazarı, yönetmeni ve kahramanı olup yolumuzu parlatmak; sesi çıkmayanın sesi olmak hem bugünümüzü hem de yarınlarımızı anlamlı kılar.