Orta Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırlarında yılkı, yalnızca bir at sürüsü değildir. O, doğanın kurduğu bir er meydanıdır. İnsan, sürüsünden bir atı yılkıya gönderdiğinde ona kendi kaderini çizme şansı tanır. Yılkıya karışmak bir sınavdır; bir güç, sabır ve dayanıklılık göstergesidir. Çünkü yılkıya karışan her at, doğanın tüm sertliğini ve şefkatini bir arada deneyimler. Bir zamanlar, göçebe Türk boyları, en güçlü atlarını bu meydanda sınar, zayıf olanlar geri dönemezdi. Yılkıya gönderilmek bir yok oluş değil, aksine bir var oluş süreciydi. Hayatta kalanlar, sürünün liderleri, savaş meydanlarının zafer taşıyıcıları olurdu. Zira yılkı, atın yüreğini, bedenini ve ruhunu sınayan en büyük öğretmendi. Fakat yılkıya karışmak yalnızca atlara mahsus değildir. İnsan da kendini bazen bir yılkıya bırakır. Bunu neden yaptığını belki anlamaz, belki de anlamak istemez. Ama bilir ki o meydanda, belirsizliğin ve zorluğun ortasında, yalnızca hayatta kalmanın değil, gerçekten yaşamanın ne olduğunu öğrenecektir. Yılkıya karışmak, güvenli olandan, tanıdık yüzlerden, sıcacık alışkanlıklardan vazgeçmek demektir. Çünkü bazen insan, kendini tanımak ve yeniden inşa etmek için kaybolmayı göze almalıdır. Orada, soğuk rüzgâr yüzüne vururken, kalbinin sıcaklığını hissedersin. Ya da hiç hissetmediğini fark edersin. İşte o zaman başlar gerçek arayış. Yılkıya karışan her adım, rüzgârla dövülmüş toprakta bir iz bırakır. O izler, hikâyenin başladığı ve yeniden yazıldığı yerdir. Ve o izler, yalnızca en cesurların taşıyabileceği bir hikâye anlatır.